“CAMİLERİN
AHIR YAPILDIĞI YALANI!..”
Abdullah Çağrı ELGÜN
“Camilerin Ahır Yapıldığı İddia ve İthamları” tarihî ve siyasî tartışmaları ilk defa Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Cumhuriyet rejimine bağlı olarak dile getirilen ve eleştirilen bir konudur. O dönemde de Halifelik ve Padişahlıktan, Cumhuriyet Yönetime geçiş, bazı siyasî İslâmcılar (Kapatılan Tekke ve Zaviye Taraftarlarınca) hoş karşılanmayarak eleştirilmişti.
Mustafa
Kemal’e: “Halife ol!.. Başımıza geç, Padişah ol!”
diyenler, Mustafa Kemal’in bu istekleri kabul etmeyip Cumhuriyette ısrar
ederek Türkiye Cumhuriyet Devleti’ni kurmasıyla ona cephe almışlardı… Daha Atatürk
rahmetli olur olmaz kara propagandaya başladılar. Hedeflerinde Atatürk’ün en
sadık arkadaşı ve ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İNÖNÜ vardı.
1950li
yıllarda, Siyasette Cepheleşme, partiler arasındaki rekabet, geçmişten günümüze,
büyük gerilimlere ve edep dışı üslûp ve sözlere sebep oldu!.. Bu
cepheleştirme taraftarları: Demokrat Partililer (DP) ve Cumhuriyet Halk
Partisi (CHP) taraftarı olanlardı. Çoğulcu demokrasi gereği, CHP
iktidarı seçimi kazanan Demokratik Partiye devretmişti. Kurtuluş Savaşı
yeni kazanılmış, koca bir imparatorluktan geriye Türkiye gibi küçük; fakat
mensuplarının vatana ve milletine kanı ve canıyla bağlı; birlik ve beraberlik
içinde bütün güçlükleri yenmiş Atatürk’ün başlattığı yeni reformları harfiyen
uygulayan, fabrikalar açan, uçaklar, roketler, silahlar üreten, sanayisi,
endüstrisi, ekonomisi ile kendi kendine yeten millî ve yerli; çağdaş medeniyet
ufkundan yeni bir güneş gibi doğan bir ülke, yeni mücadeleci, çalışkan ve üretken okumayı ve
yazmayı kendine ilke edinmiş bir halk ve Türkiye vardı.
Seçimi kazanan Demokrat Partililer, önce Ezanı
Türkçeden Arapçaya döndürdüler. Atatürk’ün reformlarını
askıya almaya ve Tekke ve Zaviye eskilerini yeniden serbestleştirmeye,
Şeyh Said’i bayraklaştırmaya, kılık ve kıyafette yapılan inkılabı ötelemeye
başladılar.
Kurtuluş Savaşı kahramanı, Gazi Atatürk’ün
arkadaşı İsmet İNÖNÜ’yü karalamaya ve itibarsızlaştırmaya
yöneldiler. Bu dönem hakkında yalan yanlış onlarca kitap yazdılar, yazdırdılar.
Eski yazılmış kitapların başında bulunan “Türk” ibaresine düşmanlıkları
sebebiyle bu sözcüğü kaldırdılar. Dergiler çıkardılar, broşürler yayınladılar. Kurtuluş
Savaşı’nın en önemli ikinci komutanı, savaş gazisi, Atatürk’ün en sadık ve en
güvendiği kahraman asker, İsmet İNÖNÜ’ yü: “Asker kaçağı ilan
ettiler…
DP,
Menderes İktidarında, Kurtuluş Savaşı Kahraman Komutanı ve Gazisi İsmet İNÖNÜ,
Uşak şehrimizde taşlandı. İstanbul Topkapı’da Linç edilmek istendi… Bindiği
tiren durdurularak Kayseri’ye sokulmak istenmedi…
DP,
Adnan Menderes iktidarında, 1954’te Kırşehir, Osman BÖLÜKBAŞI’ yı seçtiği gerekçesi
ile Kırşehir halkına ceza vermek maksadıyla, Kırşehir ili ilçeye çevrildi. Malatya
şehri İnönü’ ye oy verip seçtiği için ikiye bölünerek, yeni bir il olarak, Adıyaman
Şehri kuruldu.
Menderes, Türk halkına “Kin ve Husumet Cephesi” dedi… Bu cepheye karşı kendi seçmenlerine “Vatan Cephesi” ni kurdurarak halkı kamplara ayırdı… Halka husumet aşılayarak Türk Halkını (Vatan Cephesi) ve (Kin ve Husumet Cephesi) olarak nitelendirip kin, nefret ile oy safların sıklaştırmayı hedeflediler…
Partilerin
Rekabet Cephesini Sıralarsak:
İttihatçı (Hürriyetçi, Kuvayı Milliye) – İtilafçı
(Padişah ve Halifeciler) Cepheleşmesi (1908-1922)
Vatan
Cephesi- Kin ve Husumet Cephesi, (DP-CHP; 1958-1960)
Sağ
ve Sol Cepheleşmesi (1965-1980)
Milliyetçi
Cephe (1975-1980)
Layık
ve İslâmcı Cepheleşmesi (1990)
Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı (2015-2024)
1908-1922
Yıllarındaki İttihatçı (Hürriyetçi, Kuvayı Milliye) – İtilafçı
(Padişah ve Halifeci) Cepheleri arasında nefret, Millî Mücadeleyi ve Kurtuluş
Savaşımızı olumsuz etkiledi. Millî Mücadeleyi İttihatçıların bir hareketi
olarak görüp bu mücadeleye katılmadılar. Desteklemedikleri için DÜŞMANLARLA
İŞ BİRLİĞİ yapmayı tercih ettiler… Parti
kavgası VATANA İHANETE kadar gitti!..
Mustafa
Kemal ATATÜRK: Türk Vatandaşlarını öyle bir kucaklaştırdı ki din, dil, renk,
ırk ayırımı olmaksızın Türkiye halkını kardeş ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı,
ilan etti!..
Türkiye
Cumhuriyeti’nde yaşayan bu insanlar, ben Rum’um, Ermeni’yim, Arap, Fars, Kürt,
Laz, Türkmen, Yörük, Avşar’ım, diyebiliyor; fakat Türkiye Cumhuriyeti
Vatandaşıyım diyordu!.. Atatürk:
“Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür!” Bunların etnik kökeni ne olursa olsun Türk olarak adlandırılıyordu. Herkesin kendi arasında dilini konuşması, etnik kökenini söylemesinde hiçbir mahsur yoktu! Yalnız resmî yazışmalarda ve halk arasında yalnız Türkçe konuşacak ve Türkçe yazacaktı!.. Benim etnik kökenim Rum; fakat ben Türk’üm ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Benim etnik kökenim Ermeni; fakat ben Türk’üm, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım; benim etnik kökenim Arap; fakat ben Türk’üm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım; Benim etnik kökenim Süryani; fakat ben Türk’üm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım diyordu… Kısaca Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan herkes Türk’tü ve Herkes kardeşti. Türk Halkı Türk vatandaşları bir bütündü. Aralarında bir ayırım yoktu!.. İnsanları bölme, etnik unsurlara ayırma, kamplaştırma, ötekileştirme ve bunlardan yarar sağlama yoktu!.. Atatürk’ün ölümünden sonra bu durum tam anlamı iyice kaşındı ve bir yara olarak ortaya çıktı…
Atatürk’ün ölümünden sonra çok partili döneme
geçiş ile birlikte, CHP’nin iktidarı DP’ye devretmesiyle birlikte ikilik,
bölünme, rekabet, karalama ve çamur atma dönemi başladı. Cumhuriyetin ilk
dönemleri de böyle bir çekişme, zıtlaşma ve çirkin rekabete sahne oldu ki!.. Sonrasında
iktidara el koyan cunta tarafından Hasan POLATKAN, Adnan MENDERES Fatin Rüştü
ZORLU, Celâl BAYAR İstiklâl Mahkemelerinde yargılandılar. Bu yargılananlardan
Celâl BAYAR, yaş haddi sebebiyle ömür boyu hapse, diğerleri ise idam edildiler…
Tarih Tekerrür Etti: DP’nin devamı sayılan AP, DYP, ANAP,
döneminden sonra en şiddetli takipçisi AKP döneminde de aynı şeyleri tekrar
yaşadık!..
CHP Genel Baş. Kemal KILIÇTAROĞLU Şehit Er, Yener KIRIKÇI’nın cenaze töreninde: 19 Nisan 2019’da Ankara’nın Çubuk İlçesinde Linç Girişimine uğradı… daha sonra ölümle tehdit edildi. Demirel Yumruklandı, Ecevit suikasta uğradı…
İnönü,
Menderes’in uygunsuz fotoğraflarını kullanılmasını reddetmişti. Bunları
kendisine getirenleri de şiddetle azarladı.
1975’e
gelindiğinde Türkiye’de siyasal tansiyon giderek yükseldi. Sağ ve Sol diye
ikiye bölünmüş halk kardeş kardeşi boğazlar hale getirildi. Evlerde, aileler
arasında dahi bu ayırım keskinleşti. Çatışmalar sokağa taştı. Her gün birkaç
vatan evladı sadece fikrinden dolayı birbirlerini öldürür oldu…
Elazığ,
Bayburt, Eynesil (Trabzon), Gerede’de Milliyetçi Cephe
taraftarları CHP Mitingine saldırdı. Çiğli Hava Alanı’nda Bülent Ecevit’te
suikast girişimi yaşandı. Başbakan Süleyman Demirel: “Bana Milliyetçiler
cinayet işliyor, dedirtemezsiniz!” dediği dönemde tam otuz yedi kişi
öldürüldü!.. 1 Mayıs 1977 Katliamı yaşandı… 27 Mayıs öncesinde
“Gençlerin öldürülüp, cesetlerinin kıyma yapıldığı” iddiaları basına
yayıldı.
Mayıs
2010 yılına geldiğimizde FETO ve AKP iş birliğinde Cumhuriyet Halk
Partisi Genel Başkanı Deniz BAYKAL ’a, CHP, 23. Dönem Milletvekili Nesrin
BAYTOK ile olduğu iddia edilen bir video kaseti kumpası internette
yayınlandı. Deniz BAYKAL CHP Parti başkanlığından istifa ettiğini
duyurdu!..
MHP
ve Milletvekillerine Kaset Kumpası kuruldu!
Gen.
Bşk. Yrd. Bülent DİDİNMEZ; Mehmet EKİCİ; Deniz BÖLÜKBAŞI; Osman ÇAKIR; Ümit
ŞAFAK ile Gen. Skr: Cihan PAÇACI; Gen. Skr. Yrd. Mehmet TAYTAK; İstanbul eski
il Başkanı İhsan BARUTÇU ve Milletvekilleri istifa ettiler. Devlet
BAHÇELİ ile ilgili kaset söylentileri ayyuka çıktı!... Bunların hepsi
ahlâkî kurallara, şahısların vücut dokunulmazlığına, gizliliğe, kişi hak ve
hürriyetine vurulan en büyük darbeydi… Bununla birlikte ne siyasî
partililerden ne liderlerden ne de bağımsız yargıdan güçlü bir ses çıkmadı…
Bu
yalan ve gerçekliği hiçbir zaman ispatlanamamış, ömrü cephelerde geçmiş
Atatürk, İnönü ve Silah Arkadaşları Kahraman Askerlerimiz hakkında:
“Osmanlıyı
yıktı; İki şarhoş; Piç; Asker kaçağı; 27 Mayıs öncesinde,
gençlerin öldürülüp kıyma yapıldığı; Başörtüsü ve Kuran’ın yasaklandığı;
Camilerin ahır yapıldığı; Lozan’ın yüz yıllık ve gizlenmiş maddelerinin olduğu;
Harf Devrimi ile bir gecede cahil kaldığımız; 27 Mayıs’ı İnönü’nün Yaptığı; 27
Mayıs’ in önemli aktörlerinden Alpaslan Türkeş’ten niçin hiç bahsedilmediği; … vb. ‘ yalan ve iftiralar karşısında
halktan beklenen “Güçlü Bir Ses ve Büyük Tepki gelmedi… Gelen sesler
ise cılız ve etkisiz kaldı!
Hatta
öyle propaganda yapıldı ki halk bunların “yalanlarına ve çarpıtmalarının” çoğuna
inandı. Onları benimsedi. Araştırmadan, soruşturmadan, teknoloji harikalarının
neler yapabileceğinden habersiz olduğu, okumadığı,
sorgulamadığı ve cahil kaldığı için her söyleneni olduğu gibi kabullendi.
Kara propaganda geçmişte olduğu gibi aynen hız kesmeden devam ediyor!..
Bu
“Kara Propaganda” lara gösterilen tepkilerin cılızlığı ve kimsesiz ses:
Rüşvet,
iltimas, adam kayırma, yandaşlara muhafızlık, her devrede çeteleri ve
yandaşları koruma hizmetlerini genişletti. İktidar dokunulmazlığını artırırken
Adalet, Hak, Hukuk, Kanun Önünde Eşitlik; Gelir Paylaşımındaki dengesizlik; Emekliler
ve İşçi Sınıfının Mağduriyeti; Özelleştirme Adı Altında Her Sınıfa Uygulanan “Sözleşmeli
Personel Uygulaması” ile her kesime yapılan
tehdit: (Her an işten çıkarabilirim…)” Öğretim Görevlisi; Öğretmen; Doktor;
Asker… vb. çalıştırılanların: “Modern Köleliği”, TUİK’in piyasaya uymayan
yalancı rakamları, Uygulanan Asgari Ücretteki yetersizlik, insanî değerleri
rafa kaldırdı!...
Sadece
bu sebeple Ekonomik çöküntü, savurganlık Türkiye’ye “Darul Harp” (Harp
Diyarı) İslâm Dışı Devlet ve Yönetim, ilan edilerek “Özelleştirme”
adı altında, devletin bütün malları, gelir kaynakları yağmalandı.
Eskiden, dedelerinin yaptıkları gibi her türdeki karalama ve kara propagandayı ele geçirmiş olduğu teknoloji harikaları sayesinde “Sosyal Medya” yı amaçları doğrultusunda aktif olarak kullanmaktan geri durmuyorlar.
İlk
Bu Tür Yalanlar Ne Zaman Rağbet Buldu?
Camileri
ahır yapıldığı konusundaki tartışmaların ilk kaynağı Padişah 3. Selim, 2.
Mahmut, Abdülmecit, 2. Abdülhamit Dönemlerini de içine alan komple teorileri,
siyasî yalanlardır. O Dönem Matbaaya “Gavur icadı” diye karşı çıkma;
Mevcut Rasathaneyi “Buradaki rasatçılar, gökyüzündeki çıplak Melekleri
seyrediyorlar…” yalan ve iftirasına
uğradılar.
İngiliz
Kraliçesi Victoria’ devrin Padişahı Abdülmecit’e İstanbulda
bir Anglikan Kilise yaptırmak için ricada bulunur. Abdulmecit bu isteği kabul
eder ve bugünkü İstiklâl Caddesi ve (Tophane) Tünel arasında bir yer verir.
Kilise on (10) yılda tamamlanır. Bu uzun arada Sultan Abdülmecit ölmüş
yerine Abdülaziz Sultan olmuştur. 22 Ekim 1866’de kiliseyi açmak için
gelindiğinde İngiltere sokaklarında yürüyen yeni bir otomobil de Osmanlı
Padişahına hediye olarak getirilmişti. Otomobil sürme işi Osmanlı Sarayından
bir kişiye derhal öğretildi. Padişah Abdülaziz,
İstanbul sokaklarında bu yeni ve hızlı vasıta ile halkı selamlıyor ve
dolaşıyordu. Yalnız halk bu ilk defa gördüğü ve korktuğu otomobile “Zatül
Hareke” (Kendi kendine hareket eden zat!) “Gavur icadı ve Şeytan
işi” olduğu akıl ve bilimden yoksun, yobaz zihniyet tarafından kulaktan
kulağa yayıldı. Halk bu arabayı gördüğünde Şeytan görmüş gibi kaçar oldu!..
Devrin Padişahı Abdülaziz, Zatül Hareke’nin Şeytanlığından huzursuz oldu. Şeyhülislâm Hacı Mehmet Refik’ten konuya ilgili “Fetva” istedi. Geceli gündüzlü (Âyetleri, Hadisleri) karıştırıp araştıran ve uzun zaman düşünen Şeyhülislâm, bu otomobilin “Şeytan İşi” olduğuna karar verdi. Padişah Abdülaziz, İstanbul sokaklarında üç dahi gezemeden araba Haliç’ten denize atılarak yok edildi…
2.Abdülhamit
Döneminde zenginler, yabancı tüccar ve girişimciler el altından
İstanbul’a otomobil getirdiler; fakat: “Bizlere bilim ve fen aşığı, hiçbir
vatan toprağını kaybetmeden, otuz üç (33) yıl istibdat idaresi ile ülkeyi
yöneten, Avrupa medeniyeti tutkunu Sultan” diye tanıtılan 2.Abdülhamit Han
da her ne hikmetse, yabancıların getirdiği bu otomobillerin (Yollar bozulur,
kaza olur!..) bahanesiyle otomobillerin ülkeye girişini
yasaklamıştır. Yani anlayacağınız Şeyhülislâm Hacı Mehmet Refik’in, “Şeytan
İşi” diyerek fetva verip, Haliçten denize attırdığı arabadan sonra, yaklaşık
elli (50) yıl ülkeye araba girememiştir!.. Maalesef “İslâm dinin” güzel
öğretileri:
“İlim Çin’de bile olsa gidip alınız. Bana bir harf öğretenin kulu kölesi olurum…” sözlerini bıraktılar. Ülkemiz, dört yüz (400) yıldır ne çekti ise bu dindar görünümlü güruhtan çekti. Bunlar İslâm dinin akıl, mantık, vicdan ile hareketini bırakıp, din sömürüsü, din ticareti yapan, din alan ve din satan; Peygamberden sonra tebliğciliğe soyundular. Allah ile aldatan bu cahil yobaz din bezirganları: ilim, fen ve teknolojiden bihaber softalar yüzünden, ülke Avrupa’dan geri kalmaya mahkûm edilmiştir.
Atatürk’ün Ölümü ve Çok
Partiye Geçiş:
Atatürk’ün Ölümü ve Çok Partili Sisteme Geçiş Dönemi ile birlikte, emir almağa ve tek adam tarafından bir sürü gibi güdülmeğe alışkın halk, demokrasiyi içine sindiremedi. Demokrasiye alışamadı. Halkın Padişahlık döneminden kalma tek adama ve bu astığı astık, kestiği kestik rejimine olan meyillini siyasi çıkar peşinde koşanlar çok iyi kullandı. Saf Türk Halkının bu hassasiyetini çok iyi bilen partililer iktidara geldiklerinde rakipleri karşı taraf için kara propaganda, yalan haberler ve beyanlar üreterek, Türk Halkını kandırdılar. Aslına bakılırsa propaganda amaçlı kullandıkları ve yaydıkları bu kirli, çirkin asılsız beyanları, basın ve yayın organlarınca da yayınlanınca, yalan da olsa halk ona inandı. Yalanın peşine takıldılar. Tabi bunu uyduranlar da bu yalanların tuttuğunu ve halk tarafından kabul gördüğünü görüp, yeni yalanlar, karalamalar, çamur atmalar ve söylemler ürettiler. Özellikle seçimlerin yaklaştığı zamanlarda daha da çoğalan ve yayılan bu yalanlar, rakip ve yandaş gazetelere para karşılığı manşet yaptırılabiliniyordu. Yaklaşık yüz yıldır devam eden bu yalanlar, aynı şekilde rakiplerin, millete mal olmuş kahramanların, devlet adamları, siyasî parti liderleri ve vekillerin kimi hayatlarının sönmesine, kiminin de makam ve mevkilerini tek etmesine sebep olmuştur.
Camilerin Ahır Yapıldığı Yalanı:
Camilerin
ahır yapıldığı konusu ilk defa Cumhuriyet Rejimine karşı olan ve Cumhuriyet’in
ilk dönemlerine bağlı olarak dile getirilmiş, politik yalanlar,
propagandalardı… Atatürk’ün Tekke ve Zaviyeleri kapatmasından sonra bu
Cumhuriyet rejimi düşmanları harekete geçtiler. Atatürk zamanında ses
çıkartamayan bu güruh Atatürk ‘ün ölümünden sonra İsmet İnönü’nün iktidarı DP
Başkanı Ali Adnan Menderes ‘e teslim etmesiyle başladı. Dindar ve aynı zamanda
kindar olan bu topluluk bir yığın mesnetsiz, asılsız yalanları ortaya attılar.
Kurtuluş Savaşı kahramanları Atatürk ve arkadaşlarından intikam alma yolunu
seçtiler. Cumhuriyet taraftarlarına düşmanlıkla onları “dinsiz ve kafir”
ilan ettiler.
Tekke
ve Zaviyelerin kapatılması Din tüccarlarının ekmeğini
kesti. Mezarlarda dua okumalarından para alamadılar. “Mevlit Okumaları, Ölü Yıkama,
Kırkıncı Gün, Elli İkinci Gün, Ölünün arkasından “Perşembe Yemeği, Nikah
Kıyma, Sünnette Dua… vb.” günlerdeki gelirleri kesildi.
Başta
Adnan MENDERES olmak üzere, Celâl BAYAR, Fuat KÖPRÜLÜ, Refik
KORALTAN, tarafından 7 Ocak 1946’da kurulan DP’nin başına Celâl
BAYAR’ın başkan olmasıyla başlayan yalan ve iftira kampanyası zaten % 3
ancak okuma yazma bilen, cahil halkta büyük bir ikilik ve ayrışma yarattı…
Özellikle siyasetin hız kazandığı seçim zamanlarında uydurulan bu yalanlara
halkın çok çabuk inanması ve rağbet göstermesi Atatürk sonrasından bugüne kadar
doksan (90) yıldır sürdürüle gelmektedir…
Atatürk’ün
kapattığı; fakat DP’lilerin sonradan organize olarak yeniden kurdukları Tarikat,
Cemaat ve bunların Şeyh, Şıh, Gavs, Ağa sıfatındaki liderlerinin
etrafında kümeleşen bir kısım halk kesimi bu inançların yayıp bastığı ve
finanse ettiği yalan yanlış yazan kitap, dergi, broşür basarak, çeşitli
zeminlerde konuşmalar, seminerler ve konferanslar vererek halkın zihnini
bulandırmış ve kafasını karıştırmışlardır. Bu yalan ve iftira dolu propaganda
sözler, görsel ve yazılı medyanın da desteğinde sürdürülebilir bir propaganda
olduğu görülüp oldukça rağbet bulunca bu yalan dalgası günümüze kadar gelmeyi
başarmıştır…
Cumhuriyet’e
düşman siyasetçi ve dini siyasete alet etmiş “Din Tüccarları, Allah ile
Aldatanlar” ın bütün sadeliği ile Müslüman cahil halkın hassasiyetlerini
dikkate alan bu siyasetçiler; yalan ve iftira dolu söylemlerini hız kesmeden
bugüne kadar sürdürmeyi başarmışlardır.
Cumhuriyet
Rejimi ile getirilen yeniliklerden “tek eşlilik”, özellikle dindar erkeklerin
canına ot tıkamıştır. 1847’de Padişah Abdulmecit, Şeyhülislâm’a: “Cariyelik
Sistemini kaldıralım bunun için fetva ver!” deyince: Şeyhülislam’ın:
“Aman Padişah siz ne dersiniz, bunun Kuran’da yeri var: Halk karşı çıkar! Anlamındaki
sözleri karşısında geri adım atmıştır.
“Camilerin
ahır yapıldığı konusu” yalanı genellikle Cumhuriyetin ilk
yıllarına yapılan atıf, eleştiri ve siyasal iftiralarıdır. Demokratik Parti
Döneminde uydurulmuş ve diğer zamanlara yayılarak işlenmiş ve sürdürülmüştür.
Bununla birlikte bu iddia ve iftiraları destekleyecek ne Osmanlı Arşiv
Belgelerinde ne de diğer tarihi belgelerde bunları kanıtlayacak hiçbir belgeye
rastlanmamıştır!..
“Camilerin
ahır yapıldığı konusu” genelde tarihî ve siyasî tartışmalar
bağlamında ele alınır. Bu ifade özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarını ele alan
ve Cumhuriyet rejimini eleştiren, yapılan inkılaplarına karşı direnç gösteren
kesimin söylem ve şikâyetleridir. Bunlar ise tarihçi ve araştırmacıların arşiv
ve belgelerin ışığında incelenmesi gereken ciddî konulardır.
Bu
komdaki bilgi paylaşımlarını, tarihi olayları, içinde bulunulan durumu tarafsız
bir gözlem ile ele almak gerekir.
“Camilerin ahır yapıldığı konusu” tarihî olayların seyrine göre ele alırsak, bu tür haber ve söylemlerin siyasî yalan ve iftiradan ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Bunları tarihî açıdan ele alabilmek için bu iddiaların geçtiği zamana ve iddiaların kaynaklarına bakmak gerekiyor. Bu tür iddialar genellikle tek taraflı bakıldığında yanıltıcı olabilir.
Cumhuriyetin
ilk yıllarında Osmanlı İmparatorluğu bakiyesinden çok sayıda Cami ve Mescitler 1877-1878
(93 Savaş’da denir.) uzun yıllar sürmüş Osmanlı Rus Savaşı ve Kurtuluş
Savaşı sebebiyle boş ve harap bir vaziyette bulunuyordu. Üstelik yöre halkından
bu yöre halklarından Cami ve bu Mescitlere gidip gelebilecek kimseler de yoktu;
çünkü uzun yıllar süren bu savaşlarda çok büyük kayıplar verilmişti.
Türkiye’nin nüfusu 13 Milyon civarındaydı. Bu yapılar içinde Osmanlı
İmparatorluğu dönemlerinde de uzun yıllar kullanılmayan, harap durumda olanlar
bulunuyordu. Cumhuriyet ile birlikte yeni yönetimin imar ve şehirleşme
politikaları kullanılmayan ibadethaneleri farklı işlere tahsis edebiyliyordu;
ancak “Ahır yapıldı!..” iddiası, iftira ve çarpıtılmış veya abartılmış
durumları ifade ediyordu…
Tarihçiler, araştırmacılar ve belgeler, bazı harap ibadethanelerin savaş sırasında, geçici olarak askerî depo, askerî amaçlı kışla ve başka askerî amaçlarla kullanıldığını gösteriyor; ancak bu sistematik bir: “Cami aşağılama” veya “Dine Saygısızlık” politikası olarak görmekten çok dönemin getirdiği imkansızlıklar ve hayatın getirdiği mecburî zorunluluklar olarak açıklanabilir…
Tarihî Kayıtlara Göre:
1 Gerçek Durum: Camiler özellikle Kurtuluş Savaşı Yoklukları sırasında ve sonrasında, cepheye malzeme taşınması veya geçici barınma amacıyla farklı şekillerde kullanıldı. Bu zorlu savaş ve yokluk dönemlerinin bir sonucuydu ve dinî değerleri aşağılama amacı güdülmedi.
2.Yanıltıcı Söylemler:
Cumhuriyet Dönemi reform ve yeniliklerine karşı çıkan bağnaz ve yobaz takımı Abdülmecit’in
Otomobilini Haliçten denize yuvarlatan cahil güruh ve çevrelerinin kalıntıları,
bu olayları abartıp ve halkı yanıltarak, asıl amaçtan koparıp, “Din
Karşıtlığı” propagandası yaptı; çünkü Din Karşıtlığı Propagandası
çok iyi bir ticaretti ve özellikle okuma yazması olmayan cahil halk tarafından
kolay alıcı buluyordu. Bu propagandalar, modernleşme ve çağdaşlaşma karşıtı
grupların ürettiği, yalan ve iftira dolu beyanlardır.
3.Dönemin Politikası: Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyeti Kuran Yönetimi laiklik ilkesi gereği devlet ve dinî kurumları ayırmağa çalıştı; ancak bu dine düşmanlık değil, aksine dinî özgürlükleri koruma ve düzenleme çalışmalarıydı…
İnönü Camileri Kapattı iddiası ise tamamen
asılsızdır!
İnönü Camilerin önüne jandarma dikti.
İnönü Halkın Camilere girişini yasakladı.
Niğde Ulukışla’da oldu bunlar; ama niçin
yaptı? Sebep neydi? Bu işin arkasındaki sırrı kimse sormadı. Uydurulan iftira
ve yalanları olduğu gibi kabul etti!..
Meydanları boş bulan Atatürk ve Cumhuriyet
Rejimi Düşmanları 100 yıldır bu propagandayı yaptı. Gerçeği bilmeyen ve doğruyu
araştırıp sormayan cahil halk kesiminin bir kısmı, buna bir nebze inansa da; bu
teknoloji ve yapay zeka çağında bu yalanlara inananların sayısı o kadar abartılı değil!..
Bununla birlikte bu siyasî yalanların rant
sağladığını gören iktidar mensupları, işin dozunu her geçen gün daha fazla
kaçırarak ve Öğretim Görevlisi ve Bakanlık koltuğuna kadar yükselmiş bir
siyasetçi:
“Sizin Laiklikten anladığınız, Camilerin
kapısını kilitlemek; Camileri ahıra çevirmek ve vatandaşların Kuran’ı Kerim
öğrenmesini yasaklamak; Benim Lâyiklik anlayışım ise çok farklı.
Sizin Lâyikliktan anladığınız şey şu:
1940’lı yılları hatırlayın. Camilerin kapısına kilit vurmak; Camileri
ahıraçevirmek; Vatandaşın Kuran’ı kerimi öğrenmesini yasaklamak. Siz bunları
Lâyıklığın gereği olarak yaptınız. O zaman sizin Lâyikliktan anhladığınız şey
ile benim Lâyikliktan anladığım şey aynı değil!..
Ben, Lâyiklikten, bütün vatandaşların,
hangi dine inanırlarsa inansınlar dinî inanaç ve ibadet hürriyetinin devlet
garantisi altına alınmasını anlıyorum. Sen Lâyiklikten, Müslümanların inanç
özgürlüğünün prangalar altına alınmasını anlıyorsun!
Kendi icat ettiğin bir lâyikliği bana
dayatıyorsun! Bu olmaz!.. Üniversiteye başörtüsü ile girmek isteyen çocuğu iknâ
odalarına almayı Lâyiklik gereği yaptınız. Kendi ideolojik bakış açılarını bize
dayatmak isteyen birileri, evrensel tanımlamalarda asla örtüşmeyen kavramları
bize dayatıyorlar ve bizi bunun üzerinden eleştiriyorlar.” Dedi.
Yine başka günlerde de:
“Atatürk döneminde genel yapılan Camiler
vardı!” deyiverdi. Tabii bu yalan ve iftiralarını günde yüz kere
tekrarlayabilecekleri TV kanalları var!.. Rahat rahat konuşabilirler. Bağırıp
çağırabilirler; fakat gerçekler iftira ve yalanla kapatılamaz! “Güneş balçıkla
sıvanmaz!”
1945’te İkinci Dünya Savaşı başlamıştı. Savaşı’nın
Sonlarında:
Sovyetler Birliği, Türkiye’den: Kars, Ardahan, Artvin’i istedi ve Boğazlarda Askerî Üst talebinde bulundu. İsmet İNÖNÜ bu sebeple, önce İngiltere’den Askerî yardım istedi. İngiltere:
“Gücüm ve askerim yok!.. Size yardım edemem.” Diye cevap verince,
bu defa da ABD’den yardım istedi. ABD’de bu yardıma kendi prensipleri
doğrultusunda olumsuz cevap verdi. Daha sonraki gelişmeler ve İngiltere’nin
ABD’ye Rus ikazını hatırlatması, bu konuyla ilgili detaylı raporu sonucunda
Türkiye’ye Askerî Desteği kabul eder.
ABD, Truman Doktrini ile yardımlara başladı; fakat bunun
karşılığında Türkiye’de Demokrasi Düzeninin Tesisi için beş (5) Yıllık
Kalkınma Planı ve Köy Enstitüleri gibi Sovyetlere benzer uygulamaların kaldırılması
talebinde bulundu. 400 Milyon Dolar yardımın, 100 Milyon Doları
Türkiye’ye geri kalanı da Yunanistan’a yapılacaktı…
ABD’nin
yeniden uygulamaya başladığı bu tarafsızlık politikası, II. Dünya Savaşı
(1939-1945) ile tekrar terk edildi. II. Dünya Savaşı sırasında Müttefik
Devletlere (İngiltere, Fransa ve SSCB) yakın bir tarafsızlık politikası
sergileyen ABD, 7 Aralık 1941’de Japonya tarafından kendisine yapılan “Pearl
Harbor Baskını” ile II. Dünya Savaşı (1939-1945)’na
dâhil oldu.
ABD’nin bu tarihten sonraki dış politikası,
artık hiçbir şekilde Monroe Doktrini’ne geri dönülmeyecek, bir düzlemde
yürüdü; çünkü II. Dünya Savaşı bittiğinde, Avrupa’da güç merkezleri tamamen
değişmişti. Almanya, tam bir hezimet uğramış ve büyük yoksulluk yaşıyordu!..
Fransa
ve İtalya gibi devletler de ciddi bir kan kaybına
uğramıştı. İngiltere ise yorgun
düşmüştü. Batı dünyasında, geriye iki büyük güç kalmıştı. Bunlardan
birisi:
Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB), diğeri ise ABD’ydi…
Stalin liderliğindeki SSCB, ana
siyasetini Komünist Emperyalizmi Yayma Stratejisi üzerine
kurmuştu. Hatta SSCB, bu politikasını henüz II. Dünya Savaşı bitmeden
hissettirmeğe başladı!..
II.
Dünya Savaşı (1939-1945) sonucunda, revizyonist devletlerin (Almanya,
İtalya, Japonya) yayılmacı politikaları engellenmişti; fakat bu kez de
SSCB’nin Komünist Emperyalizmi yayma tehdidi ortaya çıkmıştı.
ABD
Başkanı Truman, bu tehlikenin, önce Yunanistan’ı,
akabinde Türkiye’yi etkisi altına alacağını düşünüyordu. Türkiye’nin
Sovyet denetimine düşmesi ise ABD ve Batı Avrupa için bir kuşatılma
anlamına gelirdi. Truman, bu tehlikenin önüne geçmek için: 12
Mart 1947 tarihinde, ABD Kongresi’nden Türkiye ve Yunanistan’a Rus
Tehlikesine karşı, askerî yardım yapılması için kendisine yetki verilmesini
istedi. Kongre, bu talebi kabul etti.
SSCB,
savaşın son yılları olan 1944-1945’te, Alman işgalinden kurtarmak
bahanesiyle: “Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan’a
asker sevk etti.” Finlandiya’nın
bir kısmını, Estonya, Letonya ve Litvanya’yı, Polonya’nın doğu bölgelerini,
Çekoslovakya’nın bir parçasını, Romanya’nın kuzey bölgeleri ile Doğu
Almanya’nın bir bölümünü ele geçirmişti. Keza Polonya, Doğu Almanya,
Çekoslovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan ve Arnavutluk’ta kurduğu
yönetimlerle, buraları kendi kontrol ve nüfuzu altına almıştı. Nitekim Churchill,
12 Mayıs 1945 tarihinde Truman’a vermiş olduğu bir mesajında: “Sovyetlerin Batı Dünyası önüne bir Demir
Perde indirdiğini ve yeni topraklar elde etmeye yönelik hamlelerini,
önemli bir tehdit olarak algılanmıştı.
II.
Dünya Savaşı (1939-1945)’nın sonlarından beri, Sovyet
baskıları, âdeta tarihî Rus örneklerini çağrıştırıyordu 1946 yılında, SSCB’nin üç
ana istikamette yayılma eğilimi gösterdiği gözlenmişti. Bunlar:
İran
üzerinden: Orta Doğu petrolleri, Basra Körfezi ile Hint Okyanusu;
Türkiye
üzerinden: Boğazlar, Ege Denizi ve Doğu Akdeniz;
Yunanistan
üzerinden de yine: Doğu Akdeniz’e inmekti… Nitekim bu üç istikamet,
İngiltere için geleneksel olarak hayati derecede önem arz eden çıkar
sahalarıydı. Adı geçen üç bölgede de İngiltere, Rusya’ya karşı 19. yüzyıl
boyunca hassas bir politika izlemişti.
II.
Dünya Savaşı’nın sonu itibariyle SSCB, Yugoslavya
dışında Balkanları kontrol altına almış durumdaydı. Yunanistan’daki gerilla
savaşı, Komünist Yugoslavya’daki üslerden ve Sovyet güdümünde olan
Bulgaristan’dan yardım alarak, tüm şiddetiyle sürmekteydi.
Rusya:
Türkiye’den ise bir taraftan toprak istenirken, diğer
yandan da Boğazlarda, Sovyet üsleri kurulması talebinde bulunuluyordu.
SSCB,
19 Mart 1945’te Türkiye’ye verdiği bir nota ile 1925 Tarihli Türk-Sovyet
Dostluk ve Saldırmazlık Paktı’nı yenilemeyeceğini iletti. Bunun üzerine
Türk kamuoyunda SSCB’nin Türkiye’den birtakım toprak talepleri olduğu, 1921’de
Türkiye’ye bırakılmış olan Kars, Ardahan ve Artvin ’i geri istediği
söylentileri yayıldı…
SSCB’
nin verdiği notada, II. Dünya Savaşı sırasında, meydana gelen esaslı değişmeler
sebebiyle, bu antlaşmanın, artık yeni şartlara uyum sağlamadığı ve ciddi
değişikliklere ihtiyacı olduğu öne sürülmüştü.
Türkiye’nin, 4 Nisan 1945’te SSCB’ne verdiği cevabî notasında:
İki
ülkenin iyi komşuluğu ile samimi dostluğundan söz edilmiş, 1925 Antlaşması’nın
geçmişteki yararı hatırlatılmış, günün koşullarına uygun yeni bir antlaşmanın
yapılması konusundaki Sovyet görüşünün büyük dikkat ve hayırhahlıkla izleneceği
vurgulanmıştı. Türkiye’nin bu teşebbüsüne, haziran ayına kadar bir cevap
gelmedi
(Nihayet
7 Haziran 1945’te Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper, Sovyet
Dışişleri Bakanı V. Molotov ile yaptığı görüşmede:
Türkiye’nin
SSCB ile yeniden iyi ilişkiler kurmak arzusunda olduğunu bildirdi. Molotov ise
iyi ilişkilerin kurularak Saldırmazlık Paktı’nın yenilenmesi için 1921
Moskova ve Kars Antlaşmalarıyla tespit edilen Türk-Sovyet Sınırında,
Sovyetler lehine değişiklikler yapılması ve Boğazların ortak kontrolü gereğini
ima etti. Türkiye, bu istekleri reddetti… 1945 yılı SSCB’nin bu talepleri
gölgesinde tamamlandı.
Türkiye,
Gürcü Profesörlerinin Mektup Olayının,
Sovyet basınında bir polemik konusu hâline dönüştürülmesinden sonra, ABD ve
İngiltere Büyükelçilerinden, bu gelişmeler karşısında hükûmetlerinin
tavrının ne olduğunu öğrenmek istemişti.
1946’nın
Ocak ayı başlarında ABD Büyükelçisi Wilson, ABD Dışişleri Bakanlığının sözlü
bir bildirisini Türkiye Dışişleri Genel Sekreteri’ne iletmişti. Söz konusu
bildiri şöyleydi:
“Amerika Hükûmeti, Rusya ile Türkiye arasındaki
gerginliğin artışını, dikkat ve endişe ile takip etmektedir. Tehlike önünde
korkmak, sarsılmak ve teslim olmak, dünya barışını kuvvetlendirecek bir tutumun
özellikleri olmaktan uzaktır. Bu bakımdan Amerikan Hükûmeti ve Milleti, hedef
haline geldiği, baskı karşısında, Türk milletinin gösterdiği cesaret ve
kararlılığı, takdirle karşılamaktadır.
Gürcü Profesörlerin: (Ardahan, Oliti, Tortum,İspir, Bayburt, Şarkî
Lazistan ve Trabzon havalisi Türklerden alınıp, kendilerine verilmiş!..) ortaya
attıkları “Arazi Terki Talepleri” sonrası, konu Türk-Sovyet ikili
ilişkilerini aşarak: “Birleşmiş Milletler Anayasası Çerçevesine Girmekte”
olup, ABD Hükûmeti, bunun ihlâline, müsaade etmemeğe kararlıdır.”
(Gürün, 2010, s. 303-304).
ABD’deki
bu tutum değişikliği, 5 Nisan 1946’da yaşanan hadiseyle daha da netleşti…
Buna
karşın SSCB, giderek gerilimi tırmandırmaktaydı. Öyle ki 1946 yılı
Temmuz başlarında Türkiye’deki Sovyet Büyükelçisini, Vinogradov, Moskova’ya
geri çağrıldı. Bu şekilde Vinogradov, bir daha Türkiye’ye
dönmedi ve Türkiye’yle ilişkiler iki yıl kadar Maslahatgüzar
seviyesinde idare edildi. Nitekim 1946 sonbaharında SSCB, Türkiye
üzerindeki askerî baskısını daha fazla arttırıyordu.
Tahmin
edildiği kadarıyla Kafkaslara: 190.000,
Bulgaristan’a
da: 90.000 Rus askeri konuşlandırılmıştı.
O
yıllarda Türkiye nüfusu ise henüz: 21 milyon civarındaydı…
Türk Askerî Makamları ise SSCB’nin fiilî bir saldırı ihtimaline karşı, Manevra adı altında, Askerî Yedeklerini silahaltına çağırmakta; ve Erzurum, Pasinler Mevkiinde yığınak yapmaktaydı (Gürün, 2010, s. 305306).
Buarada
İngiltere: Burma, Hindistan, Filistin ve Mısır gibi denizaşırı ülkelerdeki
güçlerini, hissedilir derecede geri çekmeye başlamıştı. Böylece, İngiltere diğer
ülkelere sağladığı ekonomik ve askerî yardımları da askıya almak zorunda
kalmıştı.
İngiltere’nin
ABD Büyükelçisi Lord Inverchapel, 24 Şubat 1947’de ABD Dışişleri Bakanı George
Marshall’a biri Yunanistan, diğeri ise Türkiye ile
ilgili iki rapor takdim etti. Bu raporlarda:
“İngiltere’nin
içinde bulunduğu ekonomik koşullardan dolayı adı geçen iki devlete, yapmakta olduğu
mali ve askerî yardımı sürdüremeyeceğini, ileterek bu yükümlülüğün, ABD
tarafından üstlenilmesini istedi” (Celep, 2020, s. 16-17).
İngiltere’nin
bu taleplerinden sonra, ABD Dışişleri Bakanı George Marshall, Savaş
Bakanı Patterson ve Donanma Bakanı Forrestal ile bir araya
gelerek, Başkan Truman’a sunulmak üzere bir rapor hazırladı.
Raporda,
bilhassa: Yunanistan’ın durumuna dikkat çekilerek bu devletin düşmesi
hâlinde, ABD’nin güvenliğini tehdit edecek bir vaziyetin ortaya çıkacağı,
belirtilen tehlikenin engellenmesi için de Yunanistan’a ve daha küçük çapta da
Türkiye’ye yardım yapılması gerektiği vurgulanmıştı (Celep, 2020, s.
17-18).
İşte bütün bu tehlikeler karşısında, Cumhurbaşkanı
İsmet İNÖNÜ, Kurtuluş Savaşı Generali bir asker olarak, Türkiye’deki bütün yedekleri
askere çağırmıştı…
Rus uçakları İstanbul’u bombalarsa, tarihimizin
maddî ve manevî değerli hazineleri ve Kutsal Emanetlere ne olacaktı?
Bu emanetlerin uçakların menzili dışında Anadolu içlerinde bir yerlere
taşınması gerekiyordu. İNÖNÜ, büyük bir gizlilik içerisinde, düşman taarruzuna
dışında bir yerlere Anadolu içlerine Niğde ve Ulukışla’ya taşınmasına
karar verildi. Bu büyük bir gizlilik
içerisinde yürütülüyordu. Bunun için özel bir tiren hazırlandı. İçine özel
alaşımlı ve bölmeli, çinko sandıklar yaptırıldı. Topkapı Sarayı, Dolmabahçe
Sarayı ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki Kutsal Emanetler:
Hz. Muhammed’in Hırkası, Mührü, Kılıcı,
Oku, Yayı; Kabe’nin Anahtarı, Hz. Osman’ın Kanlı Kuran7ı Kerimi, Padişahların
Tahtları, Eşyaları, Hazine, Silahlar, Tablolar, Paha Biçilemez El Yazması
Eserlerimiz, …vb. büyük bir gizlilik içerisinde sandıklara
yerleştirildi.
1942 yılı Rus Ordularının Bulgaristan
sınırına doksan bin (90.000); Kafkaslara yüz doksan bin (190.000) askerle
dayandığı yıllardı. Yarı karanlık bir gecede korumalar
eşliğinde hazineler üç yüz doksan bir (391) sandık; kırk sekiz
(48) vagona yerleştirilerek yola çıkarıldı. Tiren paha biçilemez değerdeki
yüküyle, büyük bir gizlilik içerisinde ve korumalar altında Anadolu’nun
ortalarına doğru hareket etti…
Niğde’de Ak Medrese ve Sarı Han ile
Ulukışla’da bir Camiye yerleştirilir… Her şey büyük bir
gizlilik içerisinde yapılmak zorundadır. Yerel Yöneticilere dahi bilgi verilmez!
Camilerin etrafına özel birlikler konuşlandırılır. Bu ibadet yerlerine kimse yanaştırılmadı,
yaklaştırılamazdı…
1943 yılında İsmet İNÖNÜ, Churchill ile
görüşmek üzere Adana’ya giderken tireni Ulukışla’da durdurur. Kutsal
emanetlerin saklandığı üç binayı teftiş eder. Kendisi dahi içeri girmez!
Birliğin komutanından bilgi alır. Ayrılırken de: “Bize emanet, size emanet…
Gözüm arkada kalmasın!..” der.
Aradan dört sene geçer savaş biter. Dünyaya
sükûnet hakim olur. Kutsal emanetler ve diğer hazineler getirilip tekrar
yerlerine konur. Yıllar geçse de ne İnönü ne CHP bu konudan asla söz etmezler…
Kendilerine bir paye çıkarmazlar; ancak bunu fırsat bilen Cumhuriyet ve Atatürk
düşmanları 100 yıldan beridir. Bu fitne yayan yalan ve iftira yüklü kara
propagandaya devam ediyorlar:
Hainler Ordusu, Mandacıların
Çocukları Karalamalarına devam ediyorlar. Halbuki bütün bir millet olarak bu
acıları hep birlikte yaşadık, acılar çektik, yokluklara göğüs gerdik. Eksi 21
derece soğukta, Allahüekber Dağlarında donduk, kimimiz ayakta düşman beklerken buz
tuttuk, günlerce açıkta ve aç kaldık. Savaştan savaşa
koşarak yedi (7) cephede savaş veren Osmanlı Türk Askerlerinin yaşadığı,
bu büyük acılar, yıkım ve fedakârlıkların bir işareti ve bir belgesi olan bu
türküye ve anılarına ihanet edenleri, bu kahraman ecdadımıza iftira atanları ne
ben ne de tarih hiçbir vakit affetmeyecektir!..
Hey on beşli on beşli.
Tokat yolları taşlı.
On beşliler gidiyor.
Kızların gözü yaşlı…
Daha 1915 yılında 13-14-15
yaşlarındakilerin gönüllü olarak askere gittiği; Kayseri Lisesi, Kastamonu
Lisesi, Galatasaray Lisesi, Tokat Lisesi gibi birçok okulun o yıl, mezun veremediği: "Çanakkale Şavaşı yıllarında da Kayseri Kalesi (İçkale) tamamen boşaltılarak, (Kaleiçi
Cami ve Mahallesinin tamamı) Askerî Garnizon yapıldığı bu evi terk etmişler..." belgelerle sabittir…
(Dt. Halit ERKİLETLİOĞLU: “Benim Dünyam Benim Âlemim” Telve Yayınları, Nisan 2022; Telve Kitap, İdeal Kültür Yayıncılık; s. 8; Paragraf: 3.)
Bu siyaset nemenem bir şey ki, “Siyasî
İslâmcılık” adında “din etiketi” olan bu yapı “Allah ve Din”
ile Halkı kandırıyor. Küçük bir menfaat, çıkar ve ikbal uğruna tarihini karalayabiliyor;
“Kurtuluş Savaşı Kahramanları” hakkında olmadık iftira atıyor, seviyesiz ve edep
dışı konuşabiliyorlar?.. Bu nasıl bir ahlâk ve Allah İnancıdır? Bu nasıl bir
ifrtiradır? Bu nasıl vicdan yoksunluğur?..
“CHP, İsmet İNÖNÜ Camileri kapattı!” iftirasını
yayarlar. Bundan siyasî rant sağlar, DP’ye oy devşirirler. Hatta daha ileri
gidip azarlar: Camilerin çevresinde Koruma Birliklerinin Atlarının ve
Beslenmelerini bahane ederek: “İNÖNÜ Camileri ahır yaptı!..” yalanını
yayarlar. Bu dinî ticaret ve Allah ile Türk insanlarını aldatarak konuyu
yıllar boyu işlerler. Halbuki işte
gerçek apaçık ortada ve ayan beyan bellidir.
Geçmişin Mandacıları, Padişah ve Halife taraftarlarının çocukları yüz yıl (100) sonra da “Katrandan Olmaz Şeker, Olsa da Cinsi Cinsine Çeker!” atasözü misâli dedeleri, babaları: Taalli İslâm Cemiyeti Başkanı İskilipli Atıf Hoca; Müderrisler Cemiyeti Başkanı Mustafa Sabri Efendi; Ali Kemal; İngilizlerin Ajanı Bağımsız Kürdistan Kurmak İsteyen Kürt Şeyh Sait Molla; …vb. Milletin asil evlatlarını devlete karşı kışkırtmak, “Halkı Kutuplaştırmak”, “Dini Politikaya Alet Etmek!” ve “Vatana İhanet Etmek!” suçlarından İstiklâl Mahkemesinde yargılandılar… Bugünün yaygaracıları da aynı şeyi yapıyorlar. Şimdi soruyorum bu akademisyen görünümlü bakan, Lâyiklikla Söylemleri ve Yüz Yılın Maarif Modeliyle ne yapmak istiyor?.. Yorumu sizlere bırakıyorum…
Önemli Bir Kaynak:
İddiaların tarihsel dayanaklarını inceleyen tarihçi Doğan KUBAN ve benzeri araştırmacılar, bu söylemlerin daha çok çağdaşlaşma, karşıtı bir propagandanın ürünü olduğu belirtmiştir. Ayrıca Osmanlıların son dönemlerinde bazı ibadethanelerin benzer amaçlarla kullanıldığını gösteren belgelerin bulunduğunu söylemektedir. Bununla birlikte bunun altında dindarların kindarlğı ve intikam alma hırsı ve dini siyasete alet etme ve sürekli iktidarda kalabilme ihtirası da yatmaktadır:
Tarihî Bağlam ve Şartlar:
1. Osmanlıdan
Kalan Miras:
Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında, özellikle taşrada çok sayıda Cami ve Mescit büyük
savaşlar ve ekonomik çöküntüler ve milletin aç ve zaruret içinde bulunması sebebiyle bakımları ihmal edilmişti. Bunlar da aynen Mezarlıklar gibi… Cami ve Mescitler de savaşlarda yıkılmış ve harabe durumdaydılar ve ibadetlere imkân vermiyordu. Kapalı durumdaydılar.
2. Kurtuluş
Savaşı Dönemi:
Anadolu’da Savaş
sırasında stratejik durumda ve kullanılmayan binalar, silah ve asker
barınağı
ve cephane korunağı ve yiyecek deposu olarak kullanıldı. Tabii bunlar arasında
Camiler de vardı, Mezarlıklar da!.. Bundaki amaç dini değerleri aşağılamak
değil savaşın getirdiği ihtiyaç ve zaruretlerdi…Örneğin:
Sakarya
Meydan Muharebesi sırasında cephenin hemen gerisinde yer alan bazı okullar,
Cami ve Mescitler, Hatta Mezarlıklar: Silah ve Cephane ve erzak deposu ve
korunağı olarak kullanılmak zorundaydı. Burada bulunan boş okullar, okul
bahçeleri, Cami avluları da Askeri Birliklerin aynı amaçları için geçici olarak
kullanılabiliyordu.
3. Cumhuriyetin İlk Yılları:
Yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti
Osmanlıdan kalan yapıları yeniden düzenlemek ve restore ettirmek için çeşitli
iyileştirme politikaları uyguladı. Harap ve kullanılmayan Camiler ya restore
edildi veya başka amaçlara tahsis edildi. Bazı yerlerdeki Camiler, okul,
kütüphane veya depo olarak da kullanıldı. Örneğin:
Dönemin şartları göz önüne alındığında, köylere eğitim götürmek için kullanılmayan Mescitler okula dönüştürüldüler.
SONUÇ OLARAK:
Bugün 1925’e girdiğimiz şu günlerde
Başkent Ankara’nın Altındağ İlçesinde bulunan Tacettin Mahallesi, Ulucanlar
Cezaevi, Âkif’in Mahallesi, Evi, Taceddin Veli Cami ve Hacı Bayram Cami ve
Çevresi yeni düzenlenmektedir. Bundan on yıl öncesinde buralar çakmur, bu
Camiler ve mahalle mezarlıklarında hayvanlar dahi dolaşıyor, şarhoşlar,
tinerciler, uyuşturucular ve üçkağıtçıların mekânı olarak insanların dahi
geçemiyordu. Tabi On yıl öncesinde de AKP yine iktidarda idi. İşte, yeni yeni
buralar ve çevresi koca Başken Ankara’da dahi yeni hayat bulmaktadır. Kaldı ki
Savaştan yeni çıkmış açlık ve fakirlik içinde boğuşan bir devletten onlarca
savaşın yükünü üzerinden henüz atmış bir devletin Camileri restore etmek
beklemek abesle iştigaldir…
Atatürk dönemi yapılan en güzel iş Kuran’ı
Türkçeleştirmek ve halkın okumasına, aydınlanmasına sunmaktır. Ezanın dahi
Türkçe okunmasıdır. Halkın içinde bulunduğu Cemmaati olan birçok büyük
Camilerin de yenilenmesi ve onarılmasıdır. Bugün asılsız iddialar, iftiralar ve
mesnetsiz dayanaksız kuru söylemler için arşiv belgelerinde ciddi bir kayıta
raslanmamıştır!
İddiaların çoğu Cumhuriyet Düşmanı gelenekçi Patişah ve Halifelik ktaraftarı birkaç siyaset adamları ve Cemaat, Tarikat Liderleri nin ortaya attığı söylemler, Cumhuruyet reformlarını eleştiren Şeyh, Şıh, Gavs ve Ağa sıfatlı taraftarlardı.
KAYNAKLAR:
1. Doğan
KUBAN (Tarihçi ve Uzman Mimar):
Osmanlıdan Cumhuriyete miras kalan Camilerin
durumu üzerinde yaptığı araştırmalarda, bu tür iddiaların, aslından
koparıldığını anlatır. Özellikle taşrada, uzun süren savaşlar sebebiyle harap durumda
olan Camilerin geçici olarak farklı amaçlar için kullanıldığını belirtir.
2. Türk
Tarih Kurumu Çalışmaları:
Türk Tarih Kurumu Arşiv Belgeleri,
savaşın ve ekonomik yokluğun etkisiyle bu tür geçici çözümlerin getirildiğini;
ama bunların dinî değerleri aşağılama amacı taşımadığın ortaya koyar.
3. Prof.
Dr. İlber ORTAYLI:
Bu türdeki iddiaların Cumhuriyet
karşıtı çevrelerin abartıları olduğunu söyler. Ortaylı: Savaş yıllarında yıkık
ve harap durumda olan Camilerin resterasyona alınmış ve tamir edilmiş
olduklarını göz ardı edildiğini vurgular.
4. Kemal
ARI:
Bu konuları araştırıp incelemiş ve
konu hakkında yazdığı bir makalede, bu iddia edilenlere gerçeklik kazandıracak
hiçbir bilgi ve belgeye rastlanmamış olduğunu bildirir.
5. A.Afet
İNAN, “Devletçilik İlkesi” (İlk baskı 1937), Ankara, 1972, Ek.s.7
6. “AKP’den
satılık Cami”, Yeniçağ Gazetesi, 08.11.2010.
7. Tufan
Türenç: “Çirkin İftira ve Gerçek”, Hürriyet Gazetesi,
11 Ocak 2011.
8. İsmail
YAKIT: “Birikimli ve Bulunmaz Bir Dost; Prof. Dr. Hüseyin
AYAN Hoca”, Ank. Ünv. Türkiyat Araştırmaları Dergisi; S,39, Erzurum, 2009.s.1.
9. “Meğer
Menderes Camileri Yıktırmış” Oda tv.com,30 Mart 2011.
10. https://www.istanbulunsirlari.net/2019/08/02/denize-atilan-otomobil-ve-ingiliz-kilisesi/
11.
https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/211766
12. Dt. Halit ERKİLETLİOĞLU: “Benim
Dünyam Benim Âlemim” Telve Yayınları, Nisan 2022; Telve Kitap, İdeal
Kültür Yayıncılık; s. 8; Paragraf: 3