28 Mart 2016 Pazartesi

TOMRİS HATUN ve DARİUS (Dâra),Abdullah Çağrı ELGÜN

TOMRİS HATUN ve DARİUS(DÂRÂ)


Abdullah Çağrı ELGÜN

(Alp Er Tunga(Tonga) (Efrasiyap)’nın, Kuran’da, Zülkarneyn Peygamber olarak geçtiği sanılan kişidir. Yanında iki leopar ile resmedilir. Tunga: Leopar cinsinden savaşçı bir hayvandır. Uzun saçları ile Tonga yırtıcı ve savaşçı lepar cinsi hayvanı çağrıştırdığı için Alplere, savaşçılara Tunga(Tonga) isimleri verilmektedir. Alp Er Tunga’nın sırtında da bir post vardır. Posttaki dişler, üzerindeki postun başının üzerinden görülmektedir. Hakan’ın İran Efsane ve Mitolojisindeki adı Afrasiyap’tır.
Türklerde Savaş Taktikleri ve Düzeni 
Saka, Saha, Yakut, Yakutistan(İskit, Sıkıtın) “MÖ. 630 lu yıllarda yaşadığı Kiltiğin Yazıtı, Kaşgarlı Mahmut’un Divan ı Lügat’ıt Türk ve Kutadgu Bilik’te bahsedilir. ” Kimmerler Amazon Kadınlar (İskit kadın savaşçıları olduğu ve sekiz yüz mesafedeki hedeflerini ıslık çalan oklarla, alnının ortasın vurdukları belirtilir. Bugünkü teknikle yapılan silahların en iyilerinin bile 350 400 metre menzili olduğu düşünülürse, bu okların nasıl bir tehlike olduğu anlaşılır.)
Alp Er Tunga Hakanı’nın Torunu, İmparatoriçe TOMİRİS (MÖ. 630 )’in Pers Hükümdarı olan Dariusla karşılaşması konu ediliyor.) Alp Er Tunga, Selçuklular’ın 33. Kuşaktan ve bütün Türkler’in Atasıdır.

Tomris, bır AMAZON[1] olarak yetiştirilmişti. Cesaret, kılıç kullanma, yay germedeki başarısına zekâsındaki parlaklık da eklenince, mükemmel bir kadın savaşçısı çıkıyordu karşımıza.
Tomris, Yiğit Türk hükümdarı, Şeyhname’de adı geçen İmparator, Alp Er Tunga (Efrasiyap)’ın torunu olmanın verdiği sorumluluğu, yüreğinde hissederdi. Alp Er Tunga ,savaş meydanlarında Saha (Saka) Yakut ülkesindan kalkıp, büyük bir idealin peşinde Kuzey Buz Denizi’ni aşarak Finlandiya, Norveç, İsveç, Baltık Denizinden geçip Almanya’ya kadar gelmişti. Buradan Polanya, Avusturya, Romanya, Yunanistan ülkelerini fethedip Akdeniz'i aşarak bütün bu yerleri kendine tabi kıldıktan sonra Saha (Yakutistan)' ya döndü. Burada kısa bir süre sonra hastalanarak vefat etti. Alp Er Tunga’nın ölümünden hemen sonra İmparatorlukta baş gösteren ayaklanmalar ve iç isyanlar Tomris’in babasının Hakan olması ile son buldu ise de yer yer baş kaldırmalar oldu.
Pers hükümdarı Darius, Azerbeycan ve Dağistandaki yağmalar ve halkı acımasız bir şekilde katlederek bu günkü Kazakistan sınırına gelmişti.
Bu arada Tomris’in babası çok hastaydı. Buna rağmen vatanın vahşice yağmalanmasına dayanamayarak hazırlanıp, Darius’un üzerine yürüdü; ancak hastalığı daha da artıp Darius’a tam yaklaştığı anda yarı yolda vefat etti.
  Yerine, İmparatoriçe Tomris oldu. Darius, bu arada halka zulüm yapıp kan dökmeye devam etti. İmparatoriçe Tomris, Darius’a bir mektup göndererek güçsüz ve aciz halkın kanını dökmekten vazgeçmesini ihtar etti. Darius bu mektuptaki ihtara aldırmayarak zavallı halka eziyet ve işkencelere devam ederek bugünkü Tataristan ve Başkurdistan’a geldi.
  Kahraman Türk kadını ve Hakaniçesi,  Tomris de Başkurdistan sınırına yaklaştı. İki ordu Ufa’da karşılaştılar. Savaş Meydanına, ordu birlikleri içerisinde en yiğit bahadırlardan üçer kişilik gruplar çıktı. Bunlar savaşı kızıştırmak içindi. Karşılıklı vuruşmalar öğleye kadar sürdü. Darius’un, Tomris’in savaşçılarının en bahadır-larının vuruşması neticesinde zırhlar parçalanmış kelleler yere düşmüş, gövdeler bir kavak gibi devrilmişti. Etraf cesetlerle dolmuş, her yer kan gölü haline gelmişti.
Tomris Darius’a seslendi:

  -Darius, yeteri kadar Alp öldü!.. Ordularımızın Alplerini bu savaşı katmayalım. İkimiz teke tek vuruşalım dedi. Savaş meydanının komutanları Alp Er Tunga’nın torunundan böyle bir şey bekleyebilirlerdi; fakat bu yine de zor bir ihtimaldi;  ancak böyle bir ihtimali düşünmedikleri için çok şaşırdılar. İtiraz edecek gibi oldular. Ordu birliklerinin çoğunun başında kadın savaşçı AMAZON vardı. İmparatoriçeye itiraz edilemezdi. O, ne derse, o olacaktı. Başka çaresi yoktu. Emre kayıtsız şartsız itaat esastı.Öyle de oldu...
  Karşı taraf ve Darius, bu sözleri büyük bir neşe ve iştahla kabul ettiler. Tomris’i, Darius’un yeneceğinden, hatta O’nu bir kılıç darbesiyle yere sereceğinden emindiler. Onlar için bu savaş oldukça kansız bir galibiyet olacaktı. Bu arada Tomris’in havayı yaran sesi yeniden yükseldi:
   -Çapulcuların hükümdarı Darius, (bu sözle imparatoriçe Tomris, onu adeta aşağılıyor alay ediyordu) sen sözünde durmazsın; ama yine de bir şartım var:
Her kim yenerse yensin; sen, Darius veya ben Tomris mağlup tarafın askerlerinin serbestçe yurtlarına gitmesine müsade edecek!..
 -Darius: - Anlaştık. (derken yanındaki komutanın kulağına da birşeyler fısıldamadan edemedi)
 Her iki komutan da meydana çıkmak için yardımcı komutanlar tarafından kontrolden geçirildiler.
  İlk önce biraz ötedeki savaşçıların vuruştuğu noktaya Darius geldi. Atından bir sıçrayışta indi. Anlışılıyordu ki yakın döğüşü seçiyordu. Böylece Tomris’in kadınlığından yararlanıp onu daha çabuk alt edecekti. Tomris’de o yere gelince atından  bir Tunga çevikliğinde atladı. Atın üzerindeki baltayı aldı. Bu Darius’un en iyi bildiği savaş tekniklerinden biriydi. Duruma çok sevindi. O da balta ve kalkanını çekip çıkardı.
  Bütün yiğitlerin gözleri, fal taşı gibi açılmış, onların hareketlerini izliyorlardı. İlk hareketi Tomris yaptı; fakat balta kalkana bile değmeden Darius bu hareketi savuşturmuştu.

Darius, bu ilk hamleyi savuşturunca sinsi, belli belirsiz bir tebessüm uçtu yüzünden. Aynı anda da baltasını Tomris’e savurdu. Tomris, bu hareketi bir ayağını sola doğru açarken, sağa yatarak savuşturdu. Tam o sırada Darius’un öne doğru eğilen başına öyle bir balta savurdu ki Darius kalkanıyla başını son anda kurtardı; ama kalkan da paramparça oluverdi.
İki ordu arasında homurtular şaşkın ve heyecan dolu bakışlar kılıç, kargı şakırtıları ve at kişnemeleri duyuluyordu. Bu durum, gösteriyordu ki Darius’a bir şey olacak olursa komutanları hücum etmek için emir almıştı. Tomris buna aldırmadı. Artık ona iyi bir ders vermek gerektiğini biliyordu. Darius’un parçalanan kalkanı yerde yatarken, gözleri bozkırlarda boy salan kızıl gelincikler gibi açılarak kırmızılaştı, kıpkızıl oluverdi. Belindeki kılıcın kabzasını kavradı ve onu bir hamlede sıyırıverdi. Rakibin kalkanı parçalanmış ve olduğu ve elinde olmadığından Tomris de kalkanını yere atıverdi. Ordu birlikleri arasında yine bir homurtu, uğultu ve at kişnemeleri Ufa’yı sarstı..

  Ani bir kararla sol elini havaya kaldırıp indirdi. Kendisinin bir işaretine hazır olan komutanları askeriyle birlikte savaş naraları atarak Darius'a doğru at sürdüler. Bunu gören Tomris son bir darbe ile Dariusu’un, omuzlarından aşağıya doğru yayılmış zırhın, nazik bölümü koltuk altına bir kılıç darbesi indirdi ki bu darbeyle zırh, tamamen çözülürken; ipek yeşil gömliğinden yenlerine doğru kanlar indi. Geri geri kaçan Darius’un imdadına yetişen erleri kollarına girip atına bindirilirken bir grup da Tomris’in üzerine atılmışlardı. Ancak tam zamanında yetişen Savle, Kanat ve Janiya adlı Türk komutanları imparatoriçeyi arkalarına alırken, üç kişinin de cansız bedenlerinin yerde yatıklarına şahit oluyorlardı.
  Hain Darius, yapacağını yapmış sözünü yine yemişti... Savaş bütün vahşetiyle başlamıştı. Komutanları Darius’u savaş dışına kaçırıyorlardı. Buna göz yummak olmazdı. Alnında ak olan Tulpar at “ Ak Fırtına” ya atlayıp dizginleri kavrayan Tomris, bütün gücüyle mahmuzlara yüklendi, bir anda şaha kalkan *“Ak Fırtına” yıldırım gibi atıldı ileriye. En yakın komutanları da beraberinde atıldılar.
  İmparatoriçe Tomris; at kişnemeleri, kılıç, kalkan, gürz, balta, kargı şakırtıları ve savaşanların naralarını yararak Darius için kurulan otağın önüne gelmişlerdi.
  Darius, biraz  önce yaralanan ve kaçan kendisi değilmiş gibi yalın kılıç ve at üzerinde bir kahraman edasıyla dikilmişti. Adamları Darius’un etrafında iki çember oluşturmuşlardı.
  Tomris’in yanında Sancaktar Savle, Kanat ve Janiya vardı. Diğer adamları savaşın acı dolu heyecanlı büyüsünün dumanlarını ciğerlerine çekmekle meşguldüler. Savle’nin sol elinde, çeşitli yılkıların kuyruklarının kıllarından yapılmış som altın işlemeli, kurt başlı bir tuğ ve sağ elinde yalın kılıç, kalpağının altından sarkan uzun, dalgalı, sarıya yakın saçları sonbahar mevsimi benzerliğinde sarı, mavi- yeşil yanıp sönen gözleriyle, tam bir Saha Amazonuydu. İndirdiği her kılıç darbesi ya bir gövdeyi başak biçer gibi biçiyor ya da ağaç dalı gibi doğruyordu.
  İmparatoriçe Tomris, en önde, kanlar damlayan kılıcıyla, birinci çemberi yararken arkasından komutan Kanak ve komutan Janiya da peşinden yettiler. Çarpışmanın şiddetinden her taraf öyle kan oldu ki yirmi yirmibeş santim yağan kardan sonra, güneşin vurmasıyla erimiş ve etrafta oluşmuş  su  birikintileri kızıl, cıvık kan çamuru gibi  kanlar oluşturmuştı. İkinci çemberin de yarılmasıyla imparatoriçe Tomris Darius’a ulaşmıştı; ancak bu defa da onun iki adamına takıldı. Bunlar diğerlerinden çetindiler. Bunlardan biriyle bir elinde Kurt başlı  tuğu olduğu halde Savle vuruşurken; Darius ve komutanıyla vuruşmak da Tomris’e kalmıştı.Tomris bir iki darbeden sonra Darius’un komutanını yere serdi. Şimdi Darius’la teke tekti; ve ona; “SANA BURALARA GELMEMENİ SÖYLEMİŞTİM; AMA SEN HÂLÂ KANA DOYMADIN.” dedi.
Zırhı parçalayarak koltuğunun altın-dan kanlar sızan Darius çıldırmış gibiydi. Yüzünde ölümün acı okşayışları ve sözlerindeki herhecede ısdıraplı çığlıklar olduğu halde İmparatoriçe Tomris’e hücum üzerine hücumlar yaparak öldürücü kılıç darbeleri savuruyordu. Tomris, bütün bu darbeleri ustaca hafifletirken, son darbeyi onun kalbine indirmeyi bekliyordu. İşte o an geldi. Kan gölüne dönüşen yer, onun günahlarının ağırlığını tartmadı. Son savurduğu kılıcı Tomris, sol bacağını biraz yana açıp eğilerek savuştururken Darius’un kılıç tutan bileğini havada kapıp kılıcını Darius’un sol göğsünün altındaki kaburgalarından içeri sokuverdi. Darius derinden bir ah çekti. Tomris, dizleri üzerine yığılarak, boynunu bükmüş ayçiçeği(günebakan) gibi duran Darius’un kellesini, bir kılıç darbesiyle bedeninden ayırdı. Darius’un yere düşen kellesini saçlarından tutarak aldı. İmparator Tomris’in iri iri yanan gözleri, kalpağının altından dökülen uzun, sarı ve dalgalı saçları, geniş omuzları, diri ve canlı vücudu onu bir Amazon gibi düşündürmüyordu; fakat elindeki Darius’un kesik başı, uzuna varan boyu ile avını yakalamış dişi bir tunga gibi haykırması, yürekleri dehşete düşürdü. Kanlar damlayan kesik başa gözlerini dikerek haykırdı:  “İNSAN VAMPİRİ DARİUS, BU KADAR KAN İÇTİN, KANA DOYMADIN!. ÖYLEYSE ŞİMDİ KANA DOY”... diyerek orada birikmiş kan gölünün içerisine Darius’un başını gömdü.
  Geride kalan askerlerin bir kısmı kaçtı, bir kısmı teslim alındı. Teslim alınanlar ise bir daha savaş çıkarmama konusunda söz alınarak salıverildiler.
  Saha Türk Hükümdarı Tomris, dedesi Alp Er Tunga ve babasından sonra Kuzey Buz Denizi ve Adriyatik Denizi’nden Japon adalarının tamamına kadar olan bu büyük, güneş batmayan ülkenin  tek imparatoriçesi oldu.
      
Kaynaklar:
5)      http://unyezile.com/kimmer.htm





[1] Amazon: Kadın savaşçı. İskitler (Saha, Saka) de kadınlar da erkekler gibi at üstünnde üzengiye basarak dikilir, arkaya döner, ok atarlardı. Yunanlılar, bu kadın süvarilerden dehşete kapılmışlardı. Amazon,kadın savaşçılarıyla  ilgili pek çok efsane ve hikâye vardır.

24 Mart 2016 Perşembe

GENÇLİK NASIL YETİŞTİRİMELİ? Abdullah Çağrı ELGÜN

GENÇLİK NASIL YETİŞTİRİMELİ?
Abdullah Çağrı ELGÜN
Gençlik bu, deyip sorumluluklarına omuz silken, gözlerini yuman, kulaklarını tıkayan, dilini bağlayan liderler ve ona önderlik eden eğitimciler, yetiştirdikleri ve veya yetiştirecekleri bu gençlikle, toplumun kaderini kendi elleriyle yazan kapkara bir lekedir
Her karışı binlerce şehidin kanıyla sulanmış bu aziz vatan toprakları, bir ana gibi şefkatli kollarını açarak, bizleri bağrına basmıştır. Böylesine kıymet değeri olan bu toprakları korumak, kirli emellere sahne etmemek boynumuzun borcudur. Vatan ve bayrak uğrunda, canını bile seve seve veren, sayısız şehitlerimizin kemiklerini sızlatmamak, gençliğin omuzlarında taşıdığı, en ağır, aynı zamanda en şerefli, en kutsal mesuliyettir.
Bu yükün altında ezilerek aciz kalmak, onlara umut bağlayan gönülleri incitmekten başka işe yaramaz. Anlamsız umutsuzluk, gençlerin başarılı haberlerini işitmeyi bekleyenleri, hüsrana uğratır. Karamsar, çaresiz düşüncelere iter, başarı yolunda atılmış bunca gayreti sekteye uğratır ve boşa çıkarır…  
Gençlerin boş sözden çok yaşayan örneğe ihtiyacı vardır. Gençliğin, gelip geçici ferdi zevklerden, sorumsuz tavırlardan ibaret olmadığını anlayacak, anlatacak ve bunu tavır ve eylemleri ile örnek davranış olarak gösterecek, önderlere şiddetle ihtiyaç vardır. Bu önderler, Ailede: Dede, Büyük anne, büyük baba; eci, ebe; baba anne, ağabey abla; amca, amaca çocukları; dayı, dayı çocukları; bibi(hala, ame) ve çocukları; teyze, teyze çocukları; enişte, enişte çocukları, elti, görümce, gayın bilader ve onların çocukları. Okullarda idareciler, öğretmenler; bir üst sınıftaki ağabeyler, ablalar. İllerde Kaymakamlar, Bölge Komutanları, Belediye Başkanları, üst düzey bürokratlar; mahallede muhtarlar. Ülkede Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, Millet Vekilleri, Üst düzey Bürokratlar ve bunların hayat tarzlarıdır…Yine bunların hayata bakışları yaşayış biçimleri, haklılık ve haksızlık karşısındaki tavır, duruş ve sergiledikleri davranış biçimleridir… Bu örnek şahısların sergiledikleri tavır ve davranışları, görüntüleri kültürümüzü, yaşama biçimimizi, hayata bakışımızı, hayatı algılamamamızı, gençlerimizin yetişmesi algılarının gelişme, olumlu ve olumsuz biçimde değişmesini sağlayan, gençlerin hafızalarına, dimağlarına altın harflerle kazınan ve etkileyen en önemli unsurlardır…
Olayların, durumların bizlerde meydana getirdiği hasar, gençlerde ise üç, hatta dört kat daha fazla olmaktadır. Bunun için: “Umursamamak, öyle bir kurttur ki insan gövdesinde, kemire kemire koca bir gövdeyi devirir de insan, nasıl devrildiğini bilemez…”
Peygamberlerimizden Hz. Süleyman Cinler’e yaptırdığı bir binanın yapımı esnasında hakkın rahmetine kavuşuyor; fakat Cinler onun öldüğünü fark edemedikleri için çalışmalarına devam ediyorlar… Bir güveği böceği Peygamberimiz Süleyman’ın bastonunu yavaş yavaş yeyip bitirdiğinde baston kırılıyor ve Peygamberlerimizden Süleyman’ın gövdesi yere devriliyor.
Bu öyle bir şey ki bastonun güveğiler tarafından yenilip bastonun kırıp yere düşmesine kadar geçen zamanda, Cinler binanın yapımını tamamlamış; fakat Peygamberin öldüğünün bile farkına varamamışlardır. Peygamberlerimizden Süleyman’ın bastonunun kırılıp, gövdesinin yere devrildiğini fark ettiklerinde ise bina da bitmiş bulunmaktadır…  
Mehmet Akif’in:
Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım!..
- Boğamazsın ki!
- Hiç olmazsa yanımdan koğarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele hak nâmına haksızlığa, ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, âşıkım istiklâle,
Bana hiç tasmalık etmiş değil, altın lâle!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?..
Kesilir belki;  fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
“Adam, aldırma da geç git!” diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticâın şu sizin lehçede mânâsı bu mu?..”
Her büyük başarı, her büyük felaket umursamadığımız; ve fakat ilk önceleri önemsiz gibi görülen hareketlerle başlar!.. Sonra büyük başarılara ve çok büyük felaketlere götürür… Evet! “Umursamamak, aldırmamak!” sözlerinin insanların, ailelerin, cemiyetlerin, toplumların milletlerin ve devletlerin başlarına ne büyük felaketler açtığı deney ve tecrübelerle sabittir…
Tecrübe, yenilen kazıkların bileşkesidir. Yine Mehmet Âkif şiiriyle yolumuzu aydınlatıyor ve diyor ki:
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!..
Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
Tarihi, tekerrür diye tarif ediyorlar,
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?!..”
Devlette görev yapan hiç kimse, baki değildir. Devlet adamları gelir geçerler, gençlerin üzerinde kalıcı iz bırakanlar, onları yetiştiren aile; anne ve babalar, yakındaki büyükler; öğretmenler, roman kahramanları film artistleri, şarkıcı, türkücüler, yazarlar, şairler, siyasetçiler ve onların ideal olarak tuttuğu devlet adamları, devlet liderleridir. Bunların söyledikleri lafa değil:
“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.
Şahsın, görünür rütbe-i aklı eserinde!.. Ziya Paşa”  yaşayışlarında gösterecekleri örnek tavır ve davranışlara, vatan için millet, toplum fertleri için yaptıkları fedakârlıklara, katlandıkları eziyet ve cefalara bakılacaktır… İşte bu tavır ve davranışlar yaşanılan, zorluk ve fedakarlıklar toplumun kurtulması, kurtarılması yönünde atılan, en önemli adımlardan biridir. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” sözü, her halde bunun için söylenmiş olmalıdır. Sadece, şu birkaç örnek dahi gençlerimiz ve geleceğimiz için yolumuzu ve ufkumuzu aydınlatan Müslüman Türk olmaktan gurur, sevinç ve öğünç duyacağımız onlarla ve veya devirlerinde yaşamak istediğimiz kahramanlardır:
Göktürk Kağanlarından Çuluk Kağan’ın küçük oğlu Kürşat Ayaklanması (630), otuz dokuz kişi(39) ile Çin Sarayı’nı Basması…
 (Biğe Kağan Kültiğin, Vezir Tonyukuk(7-8.y.y) “Gece uyumadım, gündüz oturmadım Türk milleti yok olmasın diye, ölesiye bitesiye çalıştım!.. Ey Türk Milleti bu sözümde yalan var mı?!.”,
Malazgir Meydan Savaşı Komutanı, Selçuklu Kağanı Alp Arslan(26 Ağustos 1071);
Timuçin(Cengiz Han) Kağan  (1162, 18 Ağustos 1227),
Kosova Savaşı, Komutan Osmanlı Hakanı I. Murat (Murat Hüdavendigar), (15 Haziran 1389),
Niğbolu Savaşı Komutanı Yıldırım Bayezit(25 Eylül 1396),
Çaldıran Savaşı Komutanı I. Selim Han(Yavuz Sultan Selim Han) (23 Ağustos 1514),
Merc i Dabık Savaşı Komutanı Yavuz Sultan Selim Han (24 Ağustos 1516),
Ridaniye Savaşı, Yavuz Sultan Selim Han(28 Ağustos 1516);
Mohaç Savaşı, Kanunî Sultan Süleyman Han(26 Ağustos 1526),
Preveze Deniz Savaşı Komutanları Kaptanı Derya Barboros Hayrettin Paşa “Seydi Ali Reis, Sinan Reis, Turgut Reis, Salih Reis, Murat Reis, Şaban Reis, Cefer Reis ve oğlu Hasan Reis(Hasan Paşa), (28 Eylül 1538)
Kanije Kahramanı Tiryaki Hasan Paşa(1601),
Silistre Kahramanı Topçu Feriki Musa Paşa(1854);
Plevne Kahramanı(Osman Nuri Paşa) Gazi Osman Paşa(1877-1878),
Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa, (Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum!),(1881-1938) Atatürk ve diğer silah arkadaşları; Mustafa Cemiloğlu; Nene Hatun, Gördesli Makbule, İzmirli Ayşe, Nafize Hanım, Kayserili Kara Fatma, Adile Onbaşı(Tarsuslu Kara Fatma), …vb. sayılamayacak ölçüde örnek kahramanlar…
Bizde gençlerimizi yetiştirirken, her türdeki sporlardan an az birini bilen Judo, Taek Wando, Karete sporlarında en az siyah kemer sahibi, Kılıç ve bıçak oyunlarında usta, bilgisayar gözü kapalı açan kapatan yazan çizen, ekonomi, tarih, coğrafya ve başta ana dil Türkçe olmak üzere Çince, Rusça, Arapça, Farsça ve İngilizceye vakıf; devlet yönetimi, siyaset bilimi, uluslar arası ilişkiler, ekonomi, iktisat konularında ders almış, sadece bu konuları veren bir fakülte ülke yöneticilerini yetiştirmede basamaklık yapabilir. Ordunun profesyonel askerleri, Belediye Başkanları, Millet Vekilleri öncelikli olarak bu okul çıkışlılardan seçilmelidirler…
Bunlar da ölmeden önce idealini yapmayı, yaşatmayı gaye edinmiş ülkenin, devletinin felsefe ve inancı doğrultusunda yetişmiş, gözünü budaktan esirgemeyen, vatan için ölmeyi şereflerin ve payelerin en büyüğü sayan, korkusuz kahramanlardır.
Bu devletin bütün fertleri bilirler ki savaşlarda ölenler şehit, kalanlar gazidir.
Ülküleri Kızılelma’dır…
Devlet-i âli (Büyük Devlet) Topraklarında güneşin batmadığı devlete sevdalıdırlar.
Devlet-i ebed müddet(Ölümsüz Devlet)in temsilcileridirler.
Hilâfet-i rûyu zemin(Yeryüzünün Halifesi)dirler.
Sultan’ül bahreyn(Karaların Sultanı)dırler.
Hakanül Bahreyn( Denizlerin Sultanı)dırlar
Devletin ve yetkilerin kendisine Allah tarafından verildiğine inanırlar…
Yedi iklim ve diğer topraklar ile kürre-i arzın mutlak sahibi olduklarına inanırlar... Bu görülesi rüya ile yatar bu gerçekleşmiş rüya ile uyanırlar. İlâhi kelimetullah nizamını, yeryüzünün bütününde hakim kılma rüyası hiç bitmeyen bir sevda gibi gönüllerinde yaşatıp dururlar. Böylece, yeni yetişen gençlerin ve vatandaşların heyecanları her daim diri ve canlı durur. O insanları kandırmağa kimsenin aklı yetmez, devleti yıkmağa kimsenin gücü yetmez…
Zihnî ve fikrî açıdan sağlıklı olan gençlik, bedenen de sağlıklı olmalıdır. Bunun için büyük lider, Gazi Mustafa Kemal Atatürk: “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur!..” demiştir. Gençlerimizi sağlıklı, gürbüz, sporcu, kötü alışkanlıklar ve eylemlerden uzak tutacak, her türlü ortamı, imkanı ve mekanları sağlamak; onları her türdeki sosyal etkinlikler ile oyalayıp, geliştirmek ve yetiştirmek, her devlet adamının, iktidarın, devletin boynuna borçtur. Mesuliyetin en büyük payı, kesin ve mutlak olarak iktidarlarındır… Ülke geleceği: Sağlam kafalı, sağlam vücutlu, zeki, çalışkan, kabiliyetli liderlerin kafalarında hayal edilir; fikir ve projeleriyle ortaya konur, girişimleriyle eyleme dönüşür, uygulamaları ile ise hayat bulur ve gerçekleşecektir…
Gelişmekte olan sosyal ve endüstriyel faaliyetler,  her geçen gün ilerleme kaydeden Avrupa devletlerinin çalışmalarını takip eden gençlerimizden ilham almaktadır… Kocaman çarkı döndürebilmek için,  milliyetçi, mukaddesatçı, maneviyatçı, medeniyetçi ve gelişmeci gençlere ihtiyaç vardır. Değerli önder, Atatürk: “Ey, yükselen nesil! Cumhuriyeti biz kurduk, onu yaşatacak ve idame ettirecek sizlersiniz.” derken, vicdanı hür, irfanı hür olan geleceğin umut ışıkları, genç nesillere sesleniyor. Onların, nasıl bir insan olarak yetişmesi gerektiğini bizlere gösteriyor.
Önce Türk ve Müslüman; korkusuz, cesur, hakkı her yerde ve şatta savunan ve gerçekleşmesi için gerektiğinde hayatını ortaya koyacak, adil, hür teşebbüse saygılı, din ve vicdan özgürlüğünü her şeyin üzerinde tutan; din, dil, ırk, renk ayırımı yapmadan, hakkaniyete hayatı pahasına bağlı kalacak yiğit, mert gençliğe ihtiyaç vardır.
Bir Çin atasözünde: “Tek bir kişi koca bir tümene meydan okuyorsa bilin ki o Türk’tür!..” der. Atatürk de: “Bir Türk dünyaya bedeldir.” diyecek kadar kendisine güvenmektedir…
Eğer, bu aziz vatanı kurtarmak istiyorsak, önce insanı sevdirmeliyiz; çünkü her insan, başlı başına bir vatandır. Başlı başına bir dünyadır. İnsanı seven anasını babasını; kardeşini bacısın sever. Dayısını, halasını; teyzesini, eltisini, görümcesini, eniştesini, baldızını sever. Ebesini, ninesini, ecisini, dedesini, büyük babası sever. Bunları seven vatanını sever. Kendisine verilen işi en iyi şekilde yapar. Hileye hurdaya, yalana dolana sapmaz. Bilir ki her yaptığı alet, her ürettiği eşya, her imal ettiği yiyecek annesine, babasına; kardeşine ablasına, velhasıl kendi yakınlarına, milletinin ferdine gidecektir… Kötü malı üretmekten hicap duyar, utanır, vicdanen Allah’tan korkar… Kendi uhtesine verilmiş hiçbir şeyi  yalancı menfaatlere değişmez;  ve onları asla satmaz… Yalandan dolandan, haksızlıktan, hırsızlıktan ve hak etmediği, haram ve kendisine ait olmayan şeylere el uzatmaz. Bütün yasak ve mübah olmayan gayri meşru şeylerden uzak yaşar. Onu kimse hakkı olmadığı halde hiçbir paraya, makama, mevkiye getirmek istese de kabul ettiremez. Olsa bile o şeylere kendi aklı, mantığı ve vicdanı içerisinde bakar.. Onu kimse, ne rüşvetle ne parayla, ne kadın kızla ne de dünya malı servet, ağırlığınca altınla kandıramaz, aldatamaz…
Türk milletinin içinden çıkan ve her şeyi insanlık için düşünen milletin öğünç ve kıvanç duyduğu lidere bakınız: Türklerin vatan sevgisi ile dolu göğüsleri, düşmanların melun ihtiraslarına karşı daima bir duvar gibi yükselecektir” 
(http://www.webokur.net/forum/konu/ataturkun-vatan-millet-ve-insan-sevgisi-ile-ilgili-kisa-yazi.38982/#ixzz43d2k25qh)
“Benim naciz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet ve payidar olarak yaşayacaktır!”
“Benim, Türk Milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar” 
(http://www.webokur.net/forum/konu/ataturkun-vatan-millet-ve-insan-sevgisi-ile-ilgili-kisa-yazi.38982/#ixzz43d3LCc65)
“Ne mutlu Türküm diyene” 
Hiç şüphesizdir ki her insanın şana, şöhrete; makam, mevki; paraya pula da  ihtiyacı vardır… Bununla birlikte iyiyi iktidara getirmek, iyiyi hak sahibi yapmak, hak etmişlere değerlerini teslim etmek, layık olsalar bile olanlar arasında en çok hak edeni, en çok layık olanı seçerek bir günlük kıdemi, bir dirhemlik fazlalığı ayırt ederek, hakkaniyete önem ve değer vermek, gerekli ve elzemdir… Aksi durumda layık olmadıkları halde makamlarda mevkilerde yer bulmuş, liyakat, kariyer, hizmet yılları, başarıları, emek ve alın teri bertaraf edilmiş, böyle bir ülke ve dünyada, kimseden de haklı olmasını, adalete uymasını, hırsızlık, soygun, adam dolandırma, gasp etme, doğ olması ve doğru kalmasını, hırsız olmamasını, yalan söylememesini isteyemezsiniz, bekleyemezsiniz…  Bu ülkelerin insanları, her daim çatışma ve kargaşa içinde birbirlerini yemekle meşgul olmaktan asla geri durmazlar…
Yalan dolan, her türlü ahlâksızlıkla mayalanmış, milletin ve başkalarının menfaatini kendi menfaatlerine, çıkarlarına satan, üç kuruşa insanlarını ve değerlerini pazarlayan insan, ne iyi bir vatansever ne de düzgün bir vatandaş olamaz…
Yetiştirdiğimiz her genç; önce insan sevgisiyle donatılmamış; sonra  millet, bayrak, vatan ve kutsal değerlerimizle mayalanmamış, sevgilerimizle büyütülmemiş, merhametimiz ile tanıştırılmamış ise ondan hiçbir şey olmaz.. Ondan hiçbir şey de beklenilemez.
Ondan nasıl bir meyve beklenebilir?.. Alınsa bile bu alınan meyveler gerçek tadında mı olacaktır? Elbette hayır!.. Bu meyveler, çevreye tat yerine zehir saçacaktır. Böyle bir gençliğin oluşturduğu topluma da güvenle bakmak, bir şeyler beklemek kadar mânâsız bir şey şüphesiz olamaz... İşte bunun içindir ki ülkelerin, milletlerin ve devletlerin kalkınması, dünyamızın barış ve huzur içinde hep birlikte yaşayabilmemiz, insan odaklı insan yetiştirmek ile mümkündür… Sosyal, kültürel, ekonomik,…vb. alanlarda elle tutulur, gözle görülür bir başarı kaydetmesi, yeniliklere açık, görüş ufku geniş, millî çıkarları kişisel çıkarların üstünde tutan, bütün insanlığı ayırt etmeden seven, vatan perver, milliyetçi ve mukaddesatçı, sadece kendi insanını değil bütün mahlûkata bir göz ile bakabilme yeteneğini kazanmış, insan sevgisiyle dolu, sağlıklı, dinamik bir gençliğin yetiştirilmesi ile mümkündür.
Gençlik bu, deyip sorumluluklarına omuz silken, gözlerini yuman, kulaklarını tıkayan, dilini bağlayan liderler ve ona önderlik eden eğitimciler, yetiştirdikleri ve veya yetiştirecekleri bu gençlikle, toplumun kaderini kendi elleriyle yazan kapkara bir lekedir…
KAYNAKLAR:
8) https://tr.wikipedia.org/wiki/Ni%C4%9Fbolu_Muharebesi_(1396)



21 Mart 2016 Pazartesi

İSTİKLÂL MARŞI ŞAİRİMİZ, MEHMETÂKİF ve KİŞİLİĞİ Abdullah Çağrı ELGÜN


İSTİKLÂL MARŞI ŞAİRİMİZ
 MEHMET ÂKİF ve KİŞİLİĞİ
Abdullah Çağrı ELGÜN

Âkif’in iki meziyeti vardır: Kuvvet ve samimiyet. O misâlsizdi; ve sanatı hür ve müstakildi. Takip edeceği yolun planını kendi şiirlerinden almış, ve dahi zekasıyla kendi yolunu açmıştır.
Onun kalbi katı hislerden çok uzak, yüksek iki aşk ile yanar: Din aşkı ve vatan aşkı… Hiç kimse, o kadar billurî ve şeffaflık içinde milletini ve milliyetini teşhir etmemiştir.  Yazarken de yaşarken de Türk olmanın gururu içindedir. O herkesten olmaktan kurtulan bir insandı. Âkif’e şunu düşünmesi,  bunu beğenmesi tembih edilemezdi. Nazmı muhteşemdir.  O bir seldir, boşanıştır ki karşısına ne çıkarsa ona tesir eder.
Ahlâkı, düşüncelerine duygularına esas teşkil eden, ahlâkî hayatına düzen veren  dinî ahlâkî prensipleridir.  Ahlâkla, Allah korkusunu esas tutar.

Şiirlerinde bir taraftan hürriyet, doğruluk, vefakârlık, samimiyet, vatanseverlik, adalet istiklal gibi yüce ahlâkî kıymetleri telkin ederken, öbür taraftan da riyakârlık,  münafıklık, korkaklık, dalkavukluk, tembellik, lüzumsuz rezaletlere sebep oldukları, toplumsal yıkımları, ileri sürüp misaller vererek şiddetle hücum ederdi.
Çok mütevazî idi. Gösterişi hiç sevmezdi. Sırası gelmeyince fikrini bile açıklamaz, ilmini göstermezdi. En sevdiği şey yalnız kalıp düşünmekti… Şehrin kalabalıklarından sıkılıp, daima ve ıssız yerlerde dergâh gibi bir yerde olmasını düşünür, oralarda insanlardan uzak, tabiatla baş başa kalmak isterdi.

Cahilâne taassubun, müthiş düşmanıydı. Eskiye kayıtsız şartsız bağlı değildi. Yeniye de körü körüne taraftar değildi. Ona göre: “Eski eski olduğu için değil; kötü ise atılır; yeni de yeni olduğu için değil iyi olur ise alınırdı…” Âkif hem şair,  hem âlimdi. Ahlâki meziyetleri, insanî vasıfları, şiirlerindeki hislerinden yüksekti. Milletleri sapık yollara götüren şair ve yazar çizerlere müthiş düşmandı. Çok geniş görüşlü, hür fikirli ve hoş görüş sahibi idi.
Musikiyi çok sever, bir çok ağır şarkılar, besteler ve ilahiler hafızasında idi… Daima erken kalkar, yatakta uyanık yatmak adeti değildi.
Kimsenin özelliklerine karışmazdı. Kısaca, yüksek bir karakterli bir şair olduğu kadar, tam anlamıyla olgun bir insandı.
Bu vesile ile bu Türk İslâm şairimize Allah’tan rahmet diliyor, mekanı Cennet olsun diyoruz…
FOTOĞRAF KAYNAKLARI:
3)      https://www.google.com.tr/search?q=Mehmet+%C3%82kif+ERSOY&safe=off&espv=2&biw=1178&bih=802&source=lnms&tbm=isch&sa=X&ved=0ahUKEwiK3YGXxdHLAhVGj3IKHQQUBfMQ_AUIBigB#imgrc=40tY4DwaBg-AvM%3A

Translate